Sanal bağımlılık, toplumsal yapımızı hızla sarıp sarmalıyor ahtapotun kolları gibi. Toplumumuz, bu nedenle soluk alamaz duruma gelmekte. Sanal bağımlılık, çocuk ve gençlerde başlıyor öncelikle. Ne yazık ki bu durum, göz göre göre toplumumuzun geleceğini, tehlikeye düşürüyor.
Toplu taşım araçlarında, yolda yürürken, yeiçlerde (kafelerde) otururken, evlerdeki konukluklarda, toplu yemeklerde başta çocuk ve gençler olmak üzere orta yaşlı birçok kişinin elinden telefon düşmemekte. Hatta kimi yaşulular da yanındaki kişilerle söyleşmek yerine, telefonla zaman geçirmekte. Bu da gösteriyor ki toplum olarak konuşmaktan ve insancıl ilişkilerden uzaklaşmaktayız hızla. Oysa söyleşmek duygu, düşünce ve isteklerin aktarımı. Bu yolla tinsel bir sağaltım da yapılıyor farkında olmadan.
Son yıllarda en hızlı aşınan “özgürlük” kavramı… 1980’de, 24 Ocak kararlarının 12 Eylül darbesiyle yaşama geçirilmesiyle başlayan süreçte toplumsal değerlerimiz, Cumhuriyet kazanımlarımız yok edilmeye başlandı bilerek bir emperyalist izlenceyle. Burada amaç, toplumda çözülme ve çürüme yaratarak ulus devletimizi yıkmaktı. Toplumu bir arada tutan hangi değer varsa darbecilerin basın yayındaki sözcülerince küçümsenip aşağılanmaya başlandı. Bu da topluma, bireysel özgürlük olarak sunuldu. Toplumun çıkarını düşünmek yerine, bireysel çıkar öne çıkarıldı. Bencillik, her şeyin önüne geçirildi. Milyonlarca kişinin çıkarı, bir kişinin yararı için feda edildi.
Bencillik, özgürlük olarak sunuldu topluma. Öyle ki bu özgürlüğün sınırsız olması birçok kişice övüldü. Bunu, süsleyip püsleyip uzun uzun kuramsal olarak anlattılar topluma bir yenilikmiş gibi. Oysa bir toplumun içinde yaşayan, aynı yaşam alanlarını paylaşan kişilerin uyması gereken kurallar, durması gerek sınırlar olmalıydı. Ne yazık ki insanın toplumsal bir varlık olduğu ve toplumla uzlaşmak, çevresindeki kişilerin haklarına saygı göstermek zorunda olduğu gerçeği göz ardı edildi.
“Ben özgürüm. İstediğim gibi davranırım, benim davranışımdan rahatsız olan varsa olsun. Bu, beni ilgilendirmez. Gece yarısı sokakta şarkı da söylerim, küfür de edebilirim bağıra bağıra. Gece yarısı arabamın artborusunu patlata patlata gürültüde çıkarırım. Günün hangi saatinde olursa olsun arabamda dinlediğim müziğin sesini en yüksekten açıp dinlerim. İstediğim ağacı keser, dilediğim çiçeği koparırım. Ben özgür bir kişiyim, kimse benim yaptığıma ve yaşamıma karışamaz.” biçiminde bir anlayış egemen oldu topluma. Kişinin kişiye, kişinin topluma saygısı “özgürlük” kavramının yanlış algılatılmasıyla görünmez bir elce yok edildi. İşte, toplumsal çözülme de burada başladı.
1960, 1970’li yıllarda ya da daha öncesinde ortaokula gidenler iyi anımsayacaklar. Orta son sınıfta yurttaşlık bilgisi dersi var o yıllarda. Bu derste okutulan kitapta, özgürlüğün tanımı yapılmıştı. Bu tanımın Atatürk tarafından yapıldığı da söylenirdi o yıllarda. “Başkasının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter.” tümcesiyle özetlenmişti kitapta özgürlük tanımı. Ne güzel bir tanım… İnsana saygıya, toplumsal uzlaşma ve düzeni sağlamaya yönelikti bu özgürlük anlayışı. Ne yazık ki şimdilerde bu ders de kitap da özgürlük tanımı da ortada yok! Ne yazık ki toplum, uygarlaşarak ileri gitmesi gerekirken geriye doğru gitti. Bencillik, toplumdaki kişilerin özgürlüklerini hiçe saydı. İnsanların birbirine saygısı yok edildi. Bu da zorbalığın ve başıbozukluğun özgürlük sayıldığı bir düzeni ortaya çıkardı.
Toplumsal çözülme, önce evlerde başlıyor. Dört kişilik bir aile, aynı sofraya oturup bir akşam yemeği yiyemiyor. Herkes, evde kendine uygun bir oda ya da köşe bulup kendi kabuğuna çekiliyor. Hatta odasından annesine telefon edip katıklı (sandviç) isteyen çocuklar ve gençler var. Sofraya gidip otursa kendince zaman yitirecek. Bu nedenle sanal dünyasından ayrılmak istemiyor en yaşamsal gereksinimi yemek için bile.
Sofra, Türk gelenekleri açısından çok önemli bir yer. Sofraya gelen aile üyelerinin tek amacı yemek yemek değil. Bir yandan açlık yatıştırılırken diğer yandan söyleşilir sofrada. Ortaklaşa yapılacak işler, gelecekte düşünülenler, amaçlarda ortak kararlar, sorunlar, üzüntüler, sevinç ve mutluluklar paylaşılıp konuşulur. Sorunlar, elbirliğiyle çözülür. Sofra, düşüncenin olduğu kadar duygunun da paylaşıldığı yer. Zaten Türk sofrasının yuvarlak bakır siniden oluşması, evdeki herkesin eşit koşullarda ve eşit uzaklıkta bulunmasını sağlar. Sininin çevresini alanlar eşit uzaklıktan uzanır ortadaki ortak tabaklara. Eşitlikçi bir ortamda yiyip içme, duygu ve düşünce alışverişinde bulunma toplumsal birliktelik için önemli bir alan sofralar. İşte, sofralar olmayınca aile çözülüyor hızla. Bu da toplumsal çözülmeyi gündeme getiriyor.
Toplumumuz, hızla bizi biz yapan geleneklerden kopmakta. Geleneklerden kopuş, toplumu çözüyor. Bu kopuşun nedeni, iletişim organlarının yaygınlaşması ve toplumu adeta abluka altına alması. Yalan yanlış bilgiler, sahte kahramanlar, sanal ortamın gerçeklerden uzaklığı ve büyüleyiciliği özellikle çocukları çok etkilemekte. Böylece çocuk, gerçekçilikten uzaklaşarak sanal ortamın yalan dünyasına kaptırıyor kendini. Sanal dünyanın çekiciliği, çocuklara albenili gelmekte. Ne yazık ki topluma örnek olması gereken nice kişi de çocukların sanal bağımlılığını artıracak davranışlar sergiliyor. Bu da günümüzde bağımlılıkla savaşımda önemli bir sorun ve engel.
Üzülerek söyleyeyim ki çocuk ve gençlerin tarih, dil, doğa bilgileri oldukça az. Böyle olunca gerçekçi düşünme alışkanlığını edinemiyorlar bir türlü. Sorsanız bahçelerinde boy atan üç farklı ağaç türünün adını bilmiyor gününüz çocukları. Tarihini bilmeyen çocuklar ise kendi insan ve aile köklerinden habersizler. Anadillerine çok egemen değiller. Sözcük dağarcıkları oldukça kısıtlı. Daha çok sözcükler yerine, imlerle anlaşmayı yeğlemekteler. Bu dünyaya, başka bir gezegenden gelmiş gezginler gibi dolaşmaktalar ortalıkta.
Ülkemiz, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra büyük bir devrimci sürece girdi, Ortaçağ’ın birikmiş sorunlarından kurtulmak için. Toplumun bilinçlenip aydınlanması önemli bir gereksinimdi. Cumhuriyet’in kurulmasıyla kişilere, kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için kollar sıvandı. Bu konuda önemli başarılar elde edildi. Yurttaşlarımızda belirgin bir ölçüde okuma alışkanlığı gelişti. Ne yazık ki günümüzde bu okuma alışkanlığı ortadan kalkmakta. Sanal dünyanın bir merkezden yönetilen ağlarıyla dünya egemenlerinin düşünceleri pompalanmakta genç dimağlara. Bu da çocuk ve gençlerin birçok alanda belli bir bilince ulaşmalarını engellemekte. Ne yazık ki kendi usuyla düşünemeyen, başkalarının papağanı durumuna gelmiş, sığ düşünceli kişiler sarmış her yanı. Bunların içinde gençler, önemli yer tutmakta. Türkiye çocuk ve gençlerine okuma alışkanlığı kazandırmak için seferber olmalı. Bu, geleceğimize yapılacak en büyük yatırım.
Okumayan, özgün düşünemeyen, gerçeklerden, doğadan kopup sanal dünyanın tutsağı olan çocuk ve gençlerin en çok başvurdukları olumsuzluk ise şiddet. Bu da en çok akran zorbalığı olarak ortaya çıkmakta. Ülküsü, amacı, yararlı toplumsal uğraşısı olmadığından sanal ortamda öğrendiği şiddeti uygulamakta en yakınındakine. Kimi zaman bu, evde de görülebiliyor. Şiddet görenin kimliği, evdeki konumu çok önemli değil. Gerekirse uğrunda canını verebileceği en yakınlarına şiddet uygulamak niye?
Toplumu oluşturan bireyler, birbirlerine karşı saygıyı yitirmemeli. Saygı, aileden başlayarak toplumun her alanında olması gereken bir şey. Kişi hem kendine hem de karşısındakine saygısını yitirmekte. Ne yazık ki toplumumuzda son yıllarda tek başına yaşama eğilimi güçlenmekte. Bu da kişinin sosyal bir varlık olarak var olmasını tehlikeye düşürüyor. İnsansız bir yaşam; birçok toplumsal, tinsel sorunları da yaratıyor. Bu dünyada insana, insan gerek. İnsansız yaşamak olanaksız bir şey…
Çocukları ve gençleri sanal dünyanın büyüsünden kurtarıp gerçek yaşamın inişli çıkışlı yollarında yürütmek için zaman geçirmemeli. Kurtuluşumuz burada…
Adil Hacıömeroğlu
5 Ekim 2025